Özgüven eksikliği, genel anlamda çocukluk çağımızdan itibaren şekillenip ya da daha sonraki yaşam dönemlerimizden herhangi birinde, başkaları tarafından bizi duygusal olarak etkileyen birtakım olumsuz durumlara maruz kalınmasıyla, fark etmeden inşa ettiğimiz temel inançların ve yaşam boyu bu kök inançlarımızın gölgesinde oluşan ara inançlarımız neticesinde meydana gelen bir benlik zedelenmesidir.
Bunlara, çocukluğumuzda yaşadığımız; ebeveynlerimiz, dış çevre, akrabalarımız, öğretmenlerimiz veyahut arkadaşlarımız tarafından değersiz hissedilmeye yol açan birtakım olumsuz durumlar ya da daha sonrasında işten atılma, zorbalığa uğrama vb. gibi maruz kalınan durumlar sonucunda, fark etmeden “Ben değersizim” gibi bir temel inanç oluşabilir ve daha sonraki yaşamımızda bu kök inanç, “Eğer başarılı olmazsam sevilmem” ya da “sevilmem için çok çalışmalıyım” gibi ara inançları da beraberinde getirir.Bu bahsettiğim temel ve ara inançlarımıza birer örnekti sadece. Bunlardan çok daha farklı inançlar oluşturabiliriz kendimize. Bu tip durumlar çocukluğumuzdan itibaren ve yaşam boyu kendimize ait oluşturduğumuz benlik algısını şekillendirir.
Psikolojide hümanistik yaklaşımın kurucularından olan Carl Rogers’a göre benlik kavramı; “ kişinin kendi hakkında sahip olduğu imajdır. Kişinin ne olduğu konusundaki görüşlerinin yanı sıra, ne olmak istediği konusundaki görüşlerini de içermektedir.” Aynı zamanda bireylerin kendilerini nasıl görüp, kendilerine atfedilen değeri, bireyin kim olduğuna dair düşüncesini ifade eden bir kavramdır. Bu durumda özgüven eksikliği benlik algımızla yakından ilişkilidir.
Özgüven eksikliğinin genel geçer bilindik bir tanımı olsa da aslında birçok kişi özgüven eksikliğini farklı biçimde yaşayabilir. Kimileri bu eksikliğin farkındadır, dışardan kolay ayırt edilebilirler. Kimileri de bu eksikliğin hiç farkında değildir. Ama iki grubun da ortak olarak ortaya çıkardığı bir durum vardır o da “savunma mekanizması”. Nedir bu savunma mekanizması?
Biz insanlar evrimsel olarak hayatta kalmak için programlanmış canlılarız. Tehlikeleri sevmeyiz. Çünkü tehlike bizler için yaşamsal bir tehdittir. Ve tehlikeyle karşı karşıya kaldığımızda hemen bir savunma mekanizması oluştururuz çünkü fabrika ayarlarımız bu şekilde programlanmıştır. Yaşamsal tehdit olarak hemen akla ilk gelen anlamı düşünmeyin. İşin biraz ruhsal boyutundan bakmaya çalışalım. Olumsuz düşünceler, değersizlik duygusu, yetersizlik vb. gibi durumları, ruhsal yaşamımız için tehdit oluşturan tehlikeli duygu ve düşünceler olarak düşünebiliriz. Ve bu duyguları beynimiz birer tehlike olarak algıladığından hayatta kalmak için birtakım savunma mekanizmaları oluşturur. Örneğin; çocukluğunda arkadaşları ya da akrabaları tarafından değersizlik duygusuna yol açan durumlara maruz kalmış ve temelde farkında olmadan oluşturduğu “değersizim” temel inancının köklerine işlendiği birinin, yetişkinliğinde işten çıkarılma gibi bir durumda değersizlik duygusu pekişecektir. Kişi bilinçsiz bir şekilde ruhsal yaşamı için bir tehdit olan bu değersizlik duygusuyla karşılaşmamak için, çevresine veyahut ailesine karşı dikkat çeken ilgi çekme davranışları veya her konuda her şekilde onaylanmak için bir çaba gösterisine girme gibi bir savunma mekanizması oluşturabilir.
Dediğim gibi kişi bunları tabii ki bilinçli bir şekilde yapmaz. Hatta bu yüzden bizlerin oluşturduğu savunma mekanizmaları genelde çevremiz tarafından “huy, kişilik, karakter” olarak algılanır. Çok kez kullanılan; “Ne yapalım? Onun da huyu bu” kabulleniş cümlesinin ardında, aslında bu bahsettiklerim yatmaktadır.
Bu bahsettiğim yüzlercesinden bir örnekti sadece. Her birimizin kendimize has birbirinden farklı duyguları olduğu gibi birbirinden farklı oluşturduğumuz savunma mekanizmalarına da sahibiz. Bu yüzden aynı olaylara maruz kalmış kişiler, aynı temel inancı ve duyguyu kendilerinde oluştursalar bile, her birimizin göstereceği savunma farklı olabilir. Bunun en bariz örneğini aynı ailede büyüyüp aynı olaylara maruz kalan kardeşlerin, her birinin, farklı yaşamsal mücadele vermesi gibi düşünebiliriz. Peki bu savunma mekanizmalarını nasıl hayatımızda işlevsel hale getirebiliriz?
Öncelikle savunma mekanizmamızı, temelde yatan inancımızdan, olumsuz duygularımızla karşılaşmak istemediğimizden mütevellit oluşturduğumuzun farkındalığına varmamız gerekir. Daha sonra bahsettiğim temel ve ara inançlarımızın ne derece gerçekliğe uygun olduğunun sorgusunu yapmak gerekir. Bu hiç de öyle söylenildiği gibi kolay değildir, biliyorum. Fakat duygularımızı fark etmek, kendimizi anlamanın güçlü yollarından biridir. Bunun için duyguları tanıyor, biliyor olmaya ihtiyacımız vardır.
Ömer Akgül hocamın, katıldığım bir eğitiminde sizlerle de paylaşmak istediğim çok hoşuma giden bir çorba metaforu var. Aslında metaforun temelinde varoluşumuzun anlamının önemi yatıyor fakat ben bunun özbenliğimizle derinden bir ilişkisi olduğunu düşünüyorum.
Tüm canlılar dünyasını koca bir çorba tenceresi olarak düşünecek olursak her canlının o çorbaya kattığı lezzet ve anlam farklıdır. Yani şu hayatta her birimiz varoluşumuza bir anlam borçluyuz. Nasıl ki her birimiz yeryüzünde fiziken ve ruhen birbirimizden o kadar farklı ve biriciksek, o çorbaya katacağımız anlam da bir o kadar farklı ve biricik. Unutma! Eğer sen kendine ait değerinin farkında olmayıp, anlam arayışını bulamazsan dünya, çorbaya katacağın lezzetten mahrum kalacak. Dünya senin tuvale vuracağın boyadan, senin çalacağın notadan, senin ağzından çıkacak iki güzel sözden mahrum kalmasın.
Kendine iyi bak değerli insan..
Mevlüde Seher Şimşek
Psikolog